|
DİN
FELSEFE
BİLİM VE TEKNİK
POLİTİKA
EKONOMİ
YİRMİNCİ YÜZYIL
DÜNYA SAVAŞLARI
SONUÇ
Önceki iki konuda, Hıristiyanlık ve İslamiyet!in, İsa’nın çarmıha gerilmesi sonrasında, takdirsel
plan içerisinde, dünyayı gerçek ebeveynlere hazırlamada, nasıl yönlendirici roller oynadıkları konu-
suna değindik. Her iki dinin gelişimleri de, hemen hemen dört yüz yıl öncesinden başlamak üzere
yükselenbir grafik çizen ve takdirsel öneme de sahip, bir takım global gelişmeleri de paralel alarak hız
kazandı. Bu gelişmelerdeki hız ve yoğunluk, takdir çalışmasının, tüm dünyayı ikinci bir kez mesihi
karşılamaya hazırlanması amacı ile doğru orantılı idi ve dünya bu dönem içerisinde gerçekten de,
mesihi karşılamaya her yönden hazır duruma getirildi. Bu dönemdeki hazırlıkların ölçüsü ise, İsa’nın
doğumu öncesindeki hazırlıklardan kat be kat fazla oldu.Yine bu dönem boyunca, din, felsefe, bilim, ekonomi ve politika alanlarında pek çok güçlü akımlar
ortaya çıktı. Modernleşme devriminin başlamasından sonra insan bilgi ve çabasının el atmadığı hiç
bir alan kalmadı ve de tüm bu alanlarda 400 yıl öncesi ile kıyaslanamayacak gelişmelere imza atıldı.
İnsanların yaşam, seyahat ve iletişimlerindeki bu çarpıcı gelişmeler, çok değil bir iki yüzyıl öncesin-
deki insanlar için, her halde ancak birer fantezi olmaktan öte bir inanılırlığa sahip olamazdı.Bugün içinde yaşadığımız dünya, modern iletişim ve ulaşım araçlarının yaygınlık kazanması ile
birlikte, deyim yerinde ise adeta global bir köye dönüşmüş durumdadır. Fiziksel engellerin bu denli
azalmasının ardındaki ilahi amaç ise, tüm dünyanın tek bir gerçek Tanrı olgusu altında bileşmesini
çabuklaştırmaktır. İnsan ırkı, gerçek sevgi ile birbirine kenetli tek bir dünya ailesinin üyeleri olarak,
daima, Tanrı ve gerçek ebeveynler olgusu etrafında, belli bir birleşmiş hiyerarşik düzen içerisinde
yaşamaya eğilimli olmuştur.Bu konumuzda, dünyayı son dörtyüz yıldır bu denli değişime uğratan belli başlı dınamikleri kısaca
inceleyip, bu değişimlerin Tanrı’nın onarım takdiri çalışması ile nasıl bir bağlantı içinde olduğuna
açıklık getirmeye çalışacağız.
İnsan toplumundaki en etkin gücün din olduğu tartışma götürmez. Üstün, ilahi bir varlığa, ya da
zaman-mekan ötesi bir ruhsal güce inanma olgusu, insanları, yaşamlarını, iyi şeyler yaptıklarında
ödüllendirmeyi, kötüde ise cezalandırılmayı bekleyecek şekilde dini prensiplere uygun olarak
yaşamaya yyönlendirdi. Orta Çağ Avrupa’sında Roma Kilise’sinin, Hıristiyan bilimi üzerinde bir
otorite kontrolü söz konus idi. O dönemde, yalnızca çok küçük laik bir kesim okuma yazma bilmekte,
çok daha azı ise, Kitab-ı Mukaddes’te kullanılan latince ve yunancayı anlamakta idi. Durum böyle
olunca, doğal olarak Kitab-ı Mukaddes’in halk kitlelerince temini ve okunması da mümkün olmamakta
idi. Dolayısı ile halk ruhaniler bu yönde kendilerine neyi empoze ederlerse etsinler, doğrulama ve
inceleme zeminleri olmadığından kabullenmek durumunda idi. Bu boşluk, kiliseyi, Tanrı’nın gerçeğini
inananlara ulaştırmaktan birinci derecede sorumlu tutmakla beraber kilisenin, o dönem içinde bu
misyonu çok da ciddiye aldığı söylenemezdi.Protestan Reform hareketi işte bu şartlar altında, bir grup laik düşünceli ve kendi insiyatifleri
ile kutsal yazıları inceleme imkanına sahip, dolayısı ile kilise kurumunun otoritesini nasıl kötüyye
kullandığını gören, erkek ve kadının yanlış giden şeylere daha fazla kayıtsız kalamayarak tepkilerini
ortaya koymaları ile ortaya çıktı. Bu gruba, kilise içinde dönenlere, ikiyüzlü yaklaşımlara ve çürümüşlüğe
herkesten daha tanık olan ruhban sınıfından kişiler de katıldılar. Oluşan bu başkalıdırı hareketi ile birlikte,
batı Hıristiyanlığının yapısını tamamen değiştirecek şekilde, kilise bütünlüğünden sıyrılıp kendi görüşleri doğrulutusunda bağımsız birimler oluşturan pek çok ayrılıkçı grup oluştu. 20. Yüzyılın sonuna geldiğinde, Hıristiyanlık bünyesinde, onlarca mezhep ve yine bu mezhepler bünyesinde bin-lerce küçük grup oluşmuş
idi bile. Kilise otoritesinin tekeline başkaldırı ve kendi başlarına bağımsız kiliselerin çoğalması bireylerin
kendi inanç birimlerine daha sorumlu yaklaşımlarına imkan sağladı.Bu kutsal metinlerde verilmek isteneni ve inananlardan beklenen gerçek sorumlulukları anlamaya
yöneltici sağlıklı bir gelişme idi.Reform Hareketi, inananları, İsa’nın mesajını, dünyanın dört bir yanına ulaştırma gibi yeni bir gayret
akımına da yönlendirdi. Misyoner hareketinin yoğunluk kazanması ile birlikte ise, Hıristiyanlık ilk
gerçek anlamlı global din yapısına ulaştı. Kilise bünyesinde daha önce de benzeri çalışmalar yer aldı
ise de, Reform hareketleri ile birlikte, İsa Birliği ve Cizvit’ler diye adlandırılan ve de İncil’i tüm dünya
ülkelerine yaymayı amaçlayan hareketler, Katolik organizasyonlar içerisinde en başarı kazananları oldu.
Misyoner hareketlerinin bu denli yaygınlaşmasına, hiç kuşkusuz, kara ve deniz ulaşımında sağlanan yeni gelişmelerin de büyük katkısı oldu.Ancak, başlangıçta iyi niyetli yaklaşımla başlanılan misyonerlik hareketleri, zaman içerisinde,
dünyanın çeşitli bölgelerinde koloniler oluşturarark politik ve ekonomik çıkarlar sağlama kaygılarının
ağırlık kazanması ile birlikte, gerçek vizyonundan uzaklaştı. Bu hedef değişimi, Hıristiyanlık misyoner
hareketlerine karşı, söz konusu ülkelerde belli bir tepki oluşturdu ve insanlar bu hareketleri hepsi öyle
olmamakla beraber, kendi çıkarları için bütünlüklerinden ödün verip, asıllarını yok etmeye zorlayan
birimler olarak değerlendirmeye başladılar. Bununla beraber, bu hareketlerin, dürüst misyonerlerin
samimi çabaları ile, İsa’ya merkezli Tanrı’nın takdir çalışmasının geniş kitlelere tanıtılmasında da
önemli katkıları oldu.Hıristiyanliğin bu coğrafi yayılımı, daha önce hiç gündeme gelmeyen, teolojik pek çok konunun
geniş ölçüde etüd edilmesi gereğini de beraberinde getirdi. Değişik görüşlerin ortaya konabileceği
pek çok teoloji ekolü oluştu. Bunun sonucunda, Hıristiyanlar, var olan kutsal metinlerin, sahip
olunan pozisyon ve perspektife göre çeşitli biçimlerde yorumlanabileceğinin farkına vardılar. Bu
anlayışa ulaşmak, onları, inançları için kendi kişisel sorumluluklarını üstlenmeleri gerektiği
gerçeğine de yöneltti. Bu, insanın Tanrı’yı tanıma ve O’na itaat etme sorumluluğunu gerçek
anlamda üstlenecek bilince ulaştıktan sonra ancak kendisi için belirlenmiş varlık amacını yerine
getirebileceği gerçeğinden ötürü, çok pozitif bir gelişme idi.İslamiyete gelince o da bu dönem boyunca, Afrika ve Asya’da geniş alanlara ulaşan bir yayılım
gösterdi. İslamın bu şekilde değişik kültürlerle karşılaşması, yeni koşullara adapte olabilmede
ona daha bir esneklik kazandırdı. Bu dönem zarfında, insanların bu inanca yönelmelerinde en
etkin rolü ise, ruhsal nitelikli (mistik) hareketler üstlendi. İnananların Tanrı ve ruh dünyası
ile daha direkt bir ilişkiye getirmeyi amaçlayan dini pratikleri çokça kullanan tasavvuf (sufi)
grupları etkinliklerini kabul ettirdiler. Bu son hazırlık dönemi ile birlikte, Kadiriler, Nakşiben-
diler, Şazliler ve Mevleviler gibi iyi organize olmuş tarikatlara, zaman içerisinde, Sudan
Mehdileri, Bijerya Fulanileri ve Libya Sanusileri gibi gruplar da katıldılar.Osmanlı İmparatorluğu’na gelince, dinde belli bir yenilenme hareketine çıkış vermemesine rağmen,
din özgürlüğü ve istenilen gruba bağlılık gibi bir çok konuda, belli bir töleransı tabasına alındı.
Batıda yer alan dini ve bilimsel yenilenme hareketlerinden etkilenen bir grup Müslüman düşünür
ise , kendi inanç olgularını daha bir bilinçlilikle yeniden incelemeye yönelip, inançlarını, özellikle
de modern bilim ile bağdaştırma arayışına girdiler. Bunlar arasında, İbn Tamiyah, Muhammed
Abdu, Seyyid Emin Ali ve Muhammed İkbal gibi isimler sayılabilir.
Protestan Reform hareketi ve Katoliklik arasında tartışma zemininin oluşması ile birlikte, din
özgürlüğü de, batı toplumunda yavaş yavaş kök salmaya başladı. Düşünürler, yeni bir yaratıcı
düşünce özgürlüğüne paralel olarak, yaşamın temel olgularını, özelliklerini, amacını, potansiyelini
ve geleceğini sorgulayıp, araştırmaya yöneldiler. Genelde, bu dönem felsefecilerinin kendi sistem-
lerini oluşturmaları, eski Yunan filozoflarının düşünce doğrultularını merkez aldı. Bu felsefi görüş
tartışmaları sonrasında belli başlı iki grup ön plana çıktı, İdealistler ve materyalistler. Kant ve Hegel-in
başını çektikleri iki gruptakiler, görünmez bir yaratıcının varlığına bağlı prensipler çerçevesinde mantıklı
ve sağlam teoriler oluşturmayı hedeflerken, Feurbach ve Marx’ın sivrildiği ikinci gruptakiler, insanlığa ve
yaradılışa yönelik teorilerini oluştururken, dini inançları ve zaman mekan ötesi görünmez bir dünyanın
varlığı hakkındaki spekülasyonları reddettiler. Onlara göre, yaşam hakkındaki tüm soru-ların cevapları,
bilim sınırları içerisinde verilebilirdi.İdealist felsefeciler , din olgusuna destek verirlerken, materyalistler, hümanist ideolojileri
desteklediler. Materyalist düşünürlerden Karl Marx’ın teorileri ise, öne sürdüğü felsefenin
güçlülüğünden ya da ekonomik, tarihsel olguları algılamadaki başarısından çok, (pek az
teorisi bilimsel sorgulamalar karşısında dimdik ayakta durabildi) gelmiş geçmiş en başarılı
materyalist hareket olarak ortaya çıkan Marksiz-Leninizm, Komünizm olgusuna ideolojik
baz oluşturmasından ötürü diğerleri arasından sıyrıldı. Ve komünizm ideolojisi, Tanrı olgu-
sunu ve insanın ruhsal boyutunu inkar eden düşünce yapısı ile, dünyayı yalnızca “işçilerin
dünyası“ olarak fethetme arayışına yöneldi.1917’de ki Bolşevik devirimi ile birlikte, Rusya’da ilk komünist rejim tesis edildi. 1970’lerin
sonuna kadar ki çok kısa bir zaman içerisinde de, tıpkı kanserli bir hücre gibi, neredeyse dünya
nın üçte ikisine hakim olacak şekilde tüm dünyaya yayıldı. Ancak 70 yıllık katı diktatörlüğün
beslediği sayısız pempe yalanın ardından, komünizm canavarı sendelemeye başladı ve yerine
getirilmemiş bir yığın vaat silsilesi ile birlikte de, ardında yüz milyonlarca masum insanın
hayatına mal olmuş bir tarih bırakarak çöküş dönemine girdi.Komünistler, yıllar boyu, her bireyin ihtiyacı oranında alıp, kapasitesi oranında vereceği bir
materyalist “cennet“ olgusunu vaadetti ve var olan haksızlıkları, eşitsizlikleri sona erdireceklerine
bunlara yenilerini eklediler. Kötülük olgusunun kaynağının ne olduğunu ve nasıl bertaraf edilebilece-ğini
ise hiç bir zaman açıklayamadılar. Onlara göre, içsel problemlerin kaynağı, dışsal şartların bozukluğu
yüzünden gündeme gelmekte idi ve çözümleri de, bu şartların iyileştirilmeleri ile bağlan-tılı idi. Ancak,
Tanrı ve din olgusuna patalojik bir nefret ile yaklaşması, Komünizmin en ciddi hatası oldu. Bu yönü ve
sahte değerler sistemi ile de, komünizm, çok geçmeden Şeytan’ın rahatlıkla sahiplenip, haklar iddia
edebileceği bir tehlikeli silaha dönüştü. Pek çok iyi niyetli ve samimi insan bu ideolojinin vaadlerinin
teorideki çekiciliğine kapılıp, ideal bir dünya yaratma uğruna büyük özveri-lerde bulunmalarına rağmen,
sonuçta, sistematik bir biçimde kandırıldıklarını anladılar ve büyük hayal kırıklıklarına sürüklendiler.Adem ve Havva’nın gerçek bir aile olgusunun taklidini oluşturmasından başlamak üzere, Şeytan
hep ideal gerçek bir dünya olgusunun yaratılması öncesinde, tanrı’dan bir adım önce davranarak
kendi sahte, taklit ideallerini, deyim yerindeyse piyasaya sürdü (sahte ailelerin, onarılmış aileler-
den, sahte yönetim sistemlerinin ise onarılmış sistemlerin öncesinde yer alması gibi) Ve yine bir
bakıma materyalist komünizmin gelişmesi adına Şeytan, kendi varlığını (ruhsal bir varlık olması
itibari ile) bile arka plana itti. Komünizmin yayılışı da, onarım prosesindeki sırayı aynen izleyerek,
tek bir bireyden, Marx’dan başlayarak aşama aşama gelişti. İlk olarak Rusya’nın bu yeni, ateist
inancın egemenliği altına girmesi ile birlikte ise, çok kısa sürede tüm dünyüya yayıldı. Komünizm,
böylelikle, tamamen kötünün egemenliği altında bulunan bir yeryüzü cehennemine çıkış verdi.Bugün herhangi bir iyi kütüphane bünyesinde, okura yaşam hakkında bir dolu teori sunacak binlerce
volümlük felsefi kitaplar bulunabilir. Takdirsel açıdan, felsefenin amacı, Tanrı’nın ve gerçek ebeveynler
olgusunun, insan aklı ve mantığı çerçevesinde anlaşılabilmes için belli bir anlayış çatısını oluşturmaya
yöneliktir. Bu teori enflasyonu, dini dogmaların sınırlayıcılıkları içerisinde hapsedilmiş gerçek olgusunun,
aklın mutlak özgürlüğü ile, aşılabileceği yolları açığa çıkarmaya yardım etti. Dolayısı ile felsefe, insani
sorumluluk payının ne şekillerde yerine getirilebileceği, konusunda çeşitli seçeneklerle insanlığa katkıda
bulundu. Felsefi görüşler arasında, insanları modern dünyanın karmaşası içinde, Tanrı tarafından verilmiş
yaşam amaçlarını yerine getirmeye yönlendirebilenler ise diğerlerinden farklı bir öneme sahip olmayı
başardılar. Felsefeyi baz alan bilinçli hümanistler, Tanrı’ya inanmasalar bile, iyi değerleri vurgulamakla
Tanrı’nın takdir çalışmasına önemli katkılarda bulundular.
Eski Yunan’da sahip olunan ve bilimin esasını oluşturan temelleri de içeren bilgece düşünceye,
ilk yüzyıllarda İslam İmparatorluğu bünyesindeki Müslüman düşünürler de önemli katkılarda
bulundu. Bu düşünürler, daha sonra bu bilgi birikimlerini, özellikle İspanya ve Sicilya yolu ile
Avrupa’ya taşıdılar. Bu bilgi aktarımı, Avrupa’nın uyanışında adeta kilit bir unsur oluşturdu.
Avrupa’ daki ilk büyük çaplı düşünce hareketi olan Protestan reform hareketi öncesinde,
reformcu-ların dayanak aldıkları gerekli eğitim silahlarını sağlayan ve iki yüzyıl sonrasının
aydınlanma dönemine baz oluşturan öncü hareket ise İtalyan Rönasans’ı oldu.Hem Rönesans, hem de Reform Hareketleri, en nihayet modern yaşamına başlayabilen bilim için
itici birer güç oluşturdu. Dini otoriteler, bilimadamlarının gerçeğe ulaşma arayışlarında, ileri
sürdükleri teorilerin, sonuçta gerçekliliği kabul edilse de edilmese de, en azından tartışabileceği
özgür bir ortamın oluşmasına izin verdiler. Oysa daha önce, kilisenin, tüm düşünceleri Hıristiyan
dogmasının kuralları içinde yargıladığı bir tekel söz konusu idi.Böylece, kilisenin baskıcı ve sınırlayıcı otoritesinden, insan ve evren hakkındaki hatalı dini doktrin-
lerde sıyrılabilen bilim, fizik dünyayı yöneten yasaları araştırıp, ortaya çıkarmaya ve insanların
yaşama yönelik görevlerin üstesinden gelebilecekleri teknolojilerin gelişimine yön verdi. 20. Yüzyı-
lın sonu ile birlikte, bilim, o denli üstün bir noktaya ulaştı ki, daha önce, insan varlığına yönelik
konularda tek otorite kabul edilen din olgusunu geri plana iterek bir anda öne geçti. O kadar ki
bir zaman sonra, belli çevreler, insanlığın ihtiyaçlarına karşılık vermede, yalnızca bilimin, tıp,
iletişim, ulaşım ve insanın konforunu sağlamaya yönelik her alandaki teknolojik gelişimin yeterli
olacağını düşünür hale geldiler. Bilimin, tüm dünyada, tek ölçü olarak algılama eğilimine girilmesi,
bilimin, daha önce dinin sahip bulunduğu özne pozisyona yükselmesi anlamına gelmekte idi. Bugünün
bilime öncelik veren seküler dünyasında, bilimsel kriterlere uymayan dini inançlar büyük bir kuşku
gözlüğü ardından sorgulanıp, incelenmektedirler. Ancak, insanlar, din ve bilim arasındaki bu rol
değişimi ile birlikte, materyalist temellere oturttukları inanç sistemlerini değiştirmek yerine, bu kez
de bilimsel teorilere dogmatik bir inanç ile yaklaşma eğilimine yöneldiler.Yaşama sağladığı onca kolaylığa rağmen modern teknoloji ile birlikte insanlık, tarihta daha önce
eşine rastlanmamış, bireylerin ailelerinden, ailelerin kavimlerinden, grupları ise milletlerinden
uzaklaştıkları bir yabancılaşma sürecine girdiler. Bu yabancılaşma duygusu kimi zaman kişinin
kendini kalabalıklar içinde tamamen yapayalnız hissedebildiği uç noktalara dek ulaştı. Özellikle de
kalabalık şehirlerdeki yaşam kavgasının içinde, değer merkezlerinden gitgide uzaklaşan bireyler,
bu sorunla adeta yüzyüze yaşar hale geldiler.Oysa ki, Tanrı, bilimin gelişimine, insanlığı egemen olup, din üzerinde özne olması için değil,
takdirsel planındaki önceliklerin yerine getirilmesinde gereken zeminleri oluşturabilsin diye
önayak oldu. Gerek bilim, gerekse de teknoloji, ancak Tanrı’nın iradesine paralel amaçlar
çerçevesinde kullanıldıklarında insanlığa gerçek anlamda mutluluk ve sevinç getirebilirler.
Son dört yüzyıl, dünyadaki güç dengelerinin dramatik bir biçimde kullanılıp, el değiştirmesine de
tanık oldu. Bu dönem zarfında, çoğu şiddete dayalı, pek çok ayaklanma ve devrim sonrası nda,
yönetimleri altındakilerin hayatlarına kasteden baskıcı güçlerle bezenmiş pek çok hükümet sistemi
iflas ederek tarihe karıştı. Bugün az sayıda da olsa bir takım krallık ve emirlikler ve değişik tarz-
daki diktatörlük yönetimleri halen var ise de, demokrasi yönetimi, mükemmel olmamakla beraber,
yine mükemmel olmayan bir dünyanın bireylerine en geniş özgürlük ölçüsünü sağlamasından ötürü
çağdaş bir yönetim sistemi olarak benimsenmektedir. Demokraasi, inanç, dernekleşme, politika
gibi alanlarda kişiye seçim yapabilme özgürlüğünü, kişilik haklarını da göz önüne alarak sağladı ve
daha da önemlisi, idealde, Tanrı’nın insanların inanç doğrularına paralel gelişme ve iyi bir toplum
birimi yaratabilme çabaları için gerekli politik ortamı güvence altına aldı.Tanrı’nın bakış açısından, ideal bir yönetim, politik gücün, Tanrı’nın arzuladığı sevgi dolu iradenin
bir ifadesi olarak yer alacağı ve dini ve politik liderlerin bilimi de esas alarak bütünün yararı için
çaba sarfedecekleri düzen içinde etkin olacağı bir sistemdir. Ne var ki modern demokrasi anlayışının
ortaya çıkması öncesinde, politik liderlere gerekli rehberliği yapacak arınmışlığı sağlayamayan din kurumları,
bu yöndeki sorumluluklarını yerine getiremediler. Politikacılara gelince, onlar da ya, dinin vermeye çalıştığı
doğru önerileri kulak arkası ettiler ya da dini otoriteleri çıkar tekellerine hizmet ettirerek, din kurumunun
kendisinin bu hatalardan direkt sorumlu tutulacağı bir anlayışın oluşmasına yol açtılar. Sonuçta da, din
olgusu, Tanrı’nın iradesini kötüye kullanan dini ve politik liderler yüzünden büyük zararlara uğradı.Bu tatsız deneyimler sonrasında, totaliter yönetimlerle karşılaştırıldığında çok daha iyi
sayılacak bir yönetim alternatifi olarak demokrasi gündeme geldi. Daha da önemlisi, demok-
rasinin, din özgürlüğünü güvence altına alarak insanların inançlarının gereklerini yerine
getirmesine imkan sağlaması oldu. Bu yönü ile demokrasi, Tanrı’nın günah elementlerine
sahip insanlarını, ilkel ve hatalı anlayışlardan sıyırıp, varlık amaçlarını anlayacak şekilde
eğitebilmesine de zemin hazırladı. İnsan hata ve çelişkilerinin temelinde Tanrı’nın sevgi ve
gerçeğini bilmemek yattığı için, bu konu gerçekten de hayati bir öneme sahiptir. Bir insan
kendi dininin en tamamlanmış içeriğe sahip olduğuna ne denli inanırsa inansın, Tanrı’nın
bakış açısından, imanda ve dini pratiklerin yerine getirilmesinde geliştirilebilecek bir açık
kapı daima vardır. O nedenle, değişik inanç gruplarına bağlı insanlar, tüm insanlığın onarımı
gibi ortak bir amaçla biraraya gelmedikleri müddetçe, bağlı bulundukları inanç sistemi de
varoluş amacını tamamlamış sayılmayacaktır.Günümüz insanı, sistem olarak demokrasinin, ulaşılabilecek yönetimlerin en üstünü olmadığını
anlamak durumundadır.. Demokrasİ, yapısı ve ortaya çıkış şekli itibari ile, insanı rahatsızlıkların
tümüne bir çözüm getirecek bir kapasiteye sahip değildir. İnsana yönelik mutlak, kalıcı çözüm,
ancak kötülük olgusunun bertarafı edilip, Tanrı’ya ve gerçek ebeveynlere merkezli bir gerçek
sevgi dünyasının yaratılması ile mümkün olabilir. O nedenle, demokrasi, inanç değerlerimiz
baz alındığında ancak, mutlak doyuma ulaşacak o en derin insani arayışlara zemin hazırlayan
bir geçiş sistemidir. Bu değerler, sistem içerisinde bir kez göz ardı edildiğinde ise, ahlaksızlığın
her türlüsü de dahil olmak üzere, kişilik haklarını hiçe sayan sağ ( faşizm ( ve Tanrı’yı yok
sayan sol ( komünizm ) gibi totaliter yönetimlerin alternatif olarak ortaya çıkabilecekleri kötü-
lük zeminlerinin oluşması da kaçınılmaz olur. Demokrasi, bugün için en iyisi olarak kabullenil-
mekle beraber, gerçek bir sevgi dünyasının tesisi ile birlikte, işlevini tamamlayarak tarih içerisin-
deki yerini alacaktır.
Sözünü ettiğimiz dönem içinde, tüm bu politik değişimlerin yanı sıra, ekonomi alanında da,
malların sunuş ve el değiştirişinin nasıl olması, gerektiği yönünde, çarpıcı değişimler gündeme
geldi. Çok uluslu ve bireysel şirketler, özel ve kamu sektör endüstrileri gibi sofistike finans
kurumlarının çağdaş bir ağ oluşturmaları, gerçekten de bu yöndeki dikkati çeken girift gelişme-
ler oldu. Öyle zannediyoruz ki, 1883 yılı gibi fazla da uzak olmayan bir tarihte ölmüş olan
Karl Marx bile, Avrupa kapitalizminin olumsuz yanlarına bir alternatif olarak sunduğu
Das Kapital’inin ardından bir yüz yıl geçmeden, ekonomilerin bu denli gelişebileceğini aklına
getirmemiş idi.Politik özgürlük ortamının oluşması ile birlikte ekonomi de, kimi zaman birinin, kimi zaman
diğerinin özne olduğu dönemler yaşadı. Bunun sonucunda, 20.yüzyılın sonlarına gelindiğinde;
geçmişle kıyaslandığında çok daha az sayıda insan, kendilerinden üstün güçlerin ekonomik
bağımlılığını altında yaşamayı kabul eder oldu. Gitgide büyüyen bu kesim ile birlikte insanlar,
kendi özgür seçimleri ile paralel bir yaşam standardını oluşturmaya başladılar. Ekonomik yön-
deki bu bağımsızlaşma, bireylerin, kendi ideolojik seçimlerini kendilerinin yapabilmelerine de
imkan sağladı.Tanrı’nıon başlangıçta, Adem ve Havva için tasarladığı dünya, bu iki insan, yaradılış üzerinde
sevgi ile egemen olmayı başardıkları sürece, büyük verimlilikler vaad etmekteydi. Ancak düşüşle
beraber Adem ve Havva, yalnızca, tabiatı gereği gibi koruma, kullanma için gerekli içsel kapasite-
lerini yitirmediler, insan ve tabiat birimleri arasında olması gereken asal uyum ve düzenin yok olma-
sına da neden oldular. Bugün bilgisizlik ve kendine merkezlilikten kaynaklanan doğal çevreyi tahrip
etme eğilimi, maalesef tüm insanlığın yaşama zeminlerini tüketecek, ürkütücü bir boyuta ulaşmış
bulunmaktadır.İdealde, verimlilik, kendi başına bir değer değil, iyi sürdürülen bir hayatın meyvesi olarak
algılanmak durumundadır.Düşmüş dünyamız değerleri içinde ise, varlık ve verimlilik, ge-
nelde başkalarına zarar verme pahasına bir tek kişi tarafından yaratılıp, kullanıldığı için,
tüm insan işlerinde gerekli, bütünün çıkarının gözetilmesi amacı göz ardı edilmektedir. Tarih
boyunca yer alan inanılmaz boyutlardaki acılar işte hep bu insana hakim, özne olan bencil
hırslardan çıkış buldular.Gerçekte ise, ekonomik güç de, tüm insanlığın ortak yararı adına kullanılmak durumundadır.
Tanrı, tüm çocukların ayırım gözetmeksizin kollar ve sever. O nedenle, bazılarının yaşamlarını
güçlükle sürdürdükleri, bazılarının ise büyük bir israfla sınırsız harcamalar yapabildikleri bir
eşitsizlik düzenini kutsayıp desteklemesi asla söz konusu değildir. Tanrı dürüst ve adil bir
Tanrı’dır. Dolayısı ile gerçek sevgi dünyasında, çocukları tarafından miras alınıp, yansıtılacak
benzer özellikler, varlıkların eşit dağıtımı ile kendini ifade etmek durumundadır. Tüm bireyler
için söz konusu olan en doğru davranış, sahip olunan değerlerin Tanrı’nın iradesi doğrultusunda
başkaları ile paylaşılmasıdır. Bunu gerçekleştiren kişi, sahip olduğu değerlerin Tanrı’nın birer
kutsaması olduğu bilincine çok daha iyi varır, bunun aksi yönde bencilce kullanılan değerlerin
ise sonuçta yine kendi sahibine sorunlar yaratacak bir noktaya gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü yara-
dılış bünyesindeki birimlerin her birinin içsel arzusu, Tanrı’nın iradesine uygun olarak bütünün
yararı için kullanılmaya yöneliktir.
Gerçek ebeveynler için ikinci global hazırlık dönemi, 1517’de başlayıp, yirminci yüzyılda doruğa
ulaştı. Yüzyılın başında, Birinci Dünya Savaşı ve 1917’deki Bolşevik İhtilali, dünya çapında bir
değişim rüzgarını da beraberinde getirdi. Söz konusu dönemin, gerçek ebeveynlerin ortaya çıkarak
tüm insanlık tarihinin tamamlanacağı bir dönem olmasından ötürü, bu yüz yıl içerisinde, ilahi
takdirin gereği gibi yürümesine imkan sağlamak amacı ile, eşine daha önce rastlanmamış ölçüde
ilerlemeler kaydedildi. Ve yine aynı nedenden ötürü, içinde yaşadığımız yüzyılda, Tanrı ile Şeytan
arasındaki son büyük kozmik mücadele de gündeme geldi. Gerçek ebeveynlerin misyonunun
tamamlanması öncesinde, kötülüğün gücleri, dünya üzerindeki egemenliklerini sürdürmenin son,
umutsuz mücadelesini halen devam ettirmektedirler.
İyi ve kötü arasındaki bu içsel savaş, bu yüzyıl içerisinde, tarihin en yaygın kanlı çatışmalırını da
beraberinde getirdi. Özellikle, iki dünya savaşı ve komünizm olgusunun tüm dünyayı tehdit eder
bir fenomen olarak ortaya çıkışları, rölatif iyi ve kötü güçlerin global anlamda boy ölçüştükleri
bir mücadele zemini oluşturdu. Bunu, her çatışmanın gerisinde, karşıt kamplar olarak, net bir
iyi ya da kötü ayırımı söz konusudur anlamında söylemiyoruz. Sadece bazı yöneticilerin, belli
hedeflerin gerçekleşebilmesi için, Tanrı ya da Şeytan tarafından kullanılabilirliklerini vurgulamak
için belirtiyoruz. Öyle ki, bir yanda, Tanrı, gerçek ebeveynler için gerekli temellerin dünya çapına
yayılması için Habil figürleri seçip, desteklerken, diğer yanda da Şeytan, insanlık üzerindeki
egemenliğini, kendi seçip desteklediği Kabil figürler kanalı ile sürdürme mücadelesi vermektedirler.İlk Dünya Savaşı’nda, Almanya, Avusturya, Macaristan ve Türkiye’den oluşan Merkez Güçler ,
Kabil pozisyonunda idiler. Almanya’nın hegemonyalarını sürdürüp, genişletmek adına savaş
verdi. Ancak bu haksız girişim, Tanrı’nın milletleri emperyal egemenliklerden kurtararak, iradesinin gerçekleşebilmesi için kendi yollarını belirleyecekleri ortamın sağlanması yönündeki takdiri için engel
oluşturmakta idi. Habil pozisyonunun temsil eden İngiltere’nin öncülüğündeki, Fransa ve Amerika’
dan oluşan Müttefik Kuvvetler, Merkez Kuvvetler’e karşı koymada gösterdikleri başarı ile, tüm
dünyada, özgürlük ve demokratikleşmenin yolunu açtılar. Ancak kendi kolonileri üzerindeki
kontrollerinden feragat etmeyip, yenik düşen ülkeleri, ikinci bir savaşa yol açacak şekilde çok
ağır tazminatlar ödemek durumunda bırakan pek çok önemli hatalar da yaptılar.İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde, Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ve Japon İmparatorluğu-na
merkezli Kabil benzeri İtilafçı Güçler, bu kez on milyonlarca insanın hayatı pahasına, güç alan-larını
genişletme isteği uğruna silah kuşandılar. Bu devlertleri tarihin en büyük soykırımı ve diğer vahşet
olaylarına yönelten bencil ve ırkçı yaklaşımlar, Tanrı’nın hangi ırk ve dinden olursa olsun tüm insanları
kucaklamaya hazır kalbi ile taban tabana zıt idi. O dönemde Habil birimi temsil eden ABD, İngiltere,
Fransa ve Sovyetler Birliğin’den oluşan Müttefikler, bu devletlere karşı çıktılar. Ve kazandıkları zafer
sonrasında da , ırkçı ideaolojilere set çekilip, hataları gözler önüne serildi. Savaşın sonunda, Müttefikler,
özgürlük ve demokrasiye güvence olacak yeni bir uluslararası düzen arayışı sonunda Birleşmiş Milletler’i
kurdular. Ammerika, İngiltere ve Fransa, yenik düşen ülkelerin zararlarının karşılanmasında gayet cömert davrandılar ve de Hıristiyanlık felsefesindeki bağışlama ve yardım gereklerini ölçü alarak kolonilerine
özgürlüklerini geri verdiler. Bu tutum, daha önce hiç söz konusu olmamış bir verimlilik ve gelişme
dönemine de çıkış verdi. Ancak diğer yanda, Sovyetler Birliği’nin, Komünizmi dünya çapına yaymak
için başka niyetleri vardı. Savaş sonrası özgürlüklerine kavuşan ülkeleri çok geçmeden, zor kullanarak
ele geçirerek etki alanını genişletti ve Komünizmin yayılışı için geniş çaplı bir propaganda süresine girildi.
Dünya, çok geçmeden, bir kez daha iki savaşan kampa ayrıldı.Ateistlik ideolojisi merkezinde, tüm dünyayı kontrolü altına alma çabasındaki Kabil benzeri Komünist blok
ile ABD’ye merkezli özgür ülkeler arasındaki bu soğuk savaş çatışması, Üçüncü Dünya Savaşı olarak adlandırılabilir. Nükleer silahların yıldırıcılığına bağlı olarak, bir toplu savaş yeniden gündeme gelmemekle
beraber, bu iki blok arasındaki çatışmanın uzantıları olan, Kore, Vietnam, Angola v.s. gibi pek çok
savaşlarda milyonlarca insan hayatını kaybetti. Ancak 1980 lerin sonlarına ulaşılıp da komünist rejim,
birbiri ardınca, egemen olduğu ülkelerde sarsıntı geçirip, çöküş eğilimine girmeye başladıktan sonra,
komünizmin yıllar boyu tehdit unsuru oluşturan ürkütücü varlığı da, tüm dünyada tükenmeye başladı.
Sonuçta da, Habil kesimin üstünlüğü kuşku götürmez bir biçimde kesinlik kazandı.Habil kanadı adına sağlanan bu başarıların her biri, Tanrı’nın takdir çalışmasının son aşamasının
ilerlemesi için gereken şartları da beraberinde getirdi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki zafer, gerçek
ebeveynlerin doğumu, ilk kutsamanın gerçekleştirilmesi ve de üç kutsamanın oluşum aşaması için-
deki tamamlanışı için gereken zemini oluştururken, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte, gerçek ebeveyn-
lerin halka yönelik misyonlarını başlatabilmeleri, ikinci kutsamanın gerçekleştirilmesi ve de üç
kutsamanın gelişim aşaması içerisindeki gereklerinin yerine getirilmesi için gereken temeller oluştu.
Zaferle sonuçlanan Üçüncü Dünya Savaşı ile birlikte ise, gerçek ebeveynlerin misyonlarını
tamamlamaları ve de üç kutsamayı tamamen gerçekleştirebilmeleri için gerekli yollar açıldı.
Son bir kaç yüzyıldan bu yana, dünya, Tanrı’nın gerçek ebeveynleri yollayabileceği çağ için,
göstermiş olduğu yoğun çabalarla köklü değişimler içerisine girdi. Dünyayı buna hazırlama da
din, felsefe, bilim, politika ve ekonomi birimlerinin her biri, köklü değişimler geçirdi. Dünya,
bir yanda, bilgisizilik ve kötülüğün gücü altında ezilirken, diğer yanda, iyiliğin güçleri, Tanrı’nın
yeryüzüne yönelik idealinin gerçekleşmesi doğrultusunda sessiz ama sağlam adımlara bugünkü
yıkıl-maz temmelleri oluşturdular. Yirminci yüzyılda, dünya iyi ve kötünün korkunç nitelendirilecek
oranlarda çekişmelerine sahne oldu. Üç büyük dünya savaşından sonra, Şeytan’ın dünyayı kontrol
altına alabilme yönündeki son girişimi de, Komünizmin her yerde bir anda çöküşü ile çıkmaza girdi.
Tüm bu evrensel çerçevedeki çatışmalar, Kitab-ı Mukaddes ve Kuran’da tanımı yapılan son günler
süreci içerisinde bulunduğumuzun göstergesidir.Bir sonraki konuda, yakın geçmişimizde yer alan gelişmeler ve içinde yaşanılan dünya gerçekleri
çerçevesinde, gerçek ebeveynlere yönelik söz konusu planın nasıl anlaşılabileceğine açıklık
getireceğiz.